İNSANIN MAĞLUP EDİLEMEZLİĞİNE DAİR: TARIK BUĞRA'NIN HİKAYECİLİĞİ ÜZERİNE ESKİ BİR EDEBÎ TAHLİL
"Birinci Cihan Harbinden sonra, Avrupa roman ve hikâyecileri, mikroskop altında seyreder gibi, insan oğlunun anları üzerinde durdular. Anlarda yeni bir insan, yeni bir hayat tarzı keşfettiler. Bir İngiliz romancısı alelâde bir insanın yirmi dört saatlik hayatını bin sayfada anlattı. Eserlerinden çoğu dilimize de çevrilmiş olan Fransız romancısı Duhamel, Saleven isimli başlıca kahramanının herkesinkine benzeyen hayatını, bütün teferruatı ile hikaye etti.
"Sait Faik, hikâyelerini bu cereyandan ilham alarak vücude getirmiştir. Tarık Buğra da aynı cereyanı takip ediyor. Fakat yukarıda da dediğim gibi hayat görüşü, mevzuları ve üslûbu ile kendine has bir hikâye yaratmağa muvaffak oluyor.
"Bu hususiyetler nelerdir? 'Oğlumuz'u bitirip, üzerine düşününce ilk göze çarpan şey, Tarık Buğra'nın hemen hemen bütün hikâyelerini insanın hayatına hâkim olan yıkıcı ve diriltici kuvveti, yâni hayatı, iradeyi, ümidi ve kahramanlığı galip çıkarmasıdır. Bu tarafı ile Tarık Buğra, Cumhuriyet devri hikâyecilerinin ekseriyetinden kuvvetle ayrılıyor. Cumhuriyet devri hikâyecileri, Servet-i Fünuncular, hemen daima insan doğasının içtimai şartlar veya içlerindeki karanlık kuvvetler, gayrişuur tarafından mağlup edildiğini anlatmışlardır. Bu hâl, geçen makalede de söylediğim gibi, kısmen siyasî ve içtimaî şartların, bilhassa Rus hikâyecilerinin tesirinin ve sathî, basit bir realizm anlayışının neticesidir. 'Kırdan, bayırdan toplamalar münasebetiyle' Cumhuriyet devri hikâyecilerinde bulduğumuz boğucu atmosferin bizim hakiki hayat atmosferimizden gelmediğine işaret etmiştim. Tarık Buğra, psikolojik plânda insanın herşeye rağmen namağlûp olduğunu gösteriyor."
Mehmet Kaplan, "Yeni Bir Hikâyeci", Yeni Sabah Gazetesi, 7 Mayıs 1949, s. 2.